17 Şubat 2011 Perşembe

tertemiz, parlak, lekesiz, deliksiz, yırtıksız...

   bir yazı okudum, kutuplarda kürkleri için ayı avlamakla alakalı belki bir çoğunuz okumuştur bilmiyorum. buz kütlesinin içine çok keskin bir balta yerleştiriliyor önce bir tarafına biraz kan sürülüyor sonra. kan kokusuna gelen ayı başlıyor baltayı yalamaya, kendi kanını içtiğini farkedemeyecek kadar sarhoş oluyor içtikçe içiyor, içtikçe ölüyor. hem sonra kürküne hiç bir şey olmuyor aynın, tertemiz, parlak, lekesiz, deliksiz, yırtıksız öylece yığılıyor, kaybetmiyor değerinden hiç bir şey. 
   hayata karşı diklenişimizle bizde aynı şeyi yapıyoruz, yüzümüze taktığımız o gülen suratlı maskenin altından süzülen yaşları nasılsa kimse farketmiyor. hem daha kolay değil mi böyle yaşamak? hiç kimse sormuyor yüzün neden gülüyor diye, herkes bir acılarına ortak olma çabasında. kimseyi istemiyorsan çevrende yapacağın en iyi şeyi buldun zaten, gülümsemek.


   peki ya içeri akan gözyaşları ne olacak? hani kimsenin görmediği, ciğerini delen? hiç işte yavaş yavaş öldürecek seni, hastalık sahibi, ruhsuz, huzursuz biri olup çıkacaksın. sende kendi kanını içiyormuşçasına sarhoşsun gözyaşlarından, mutlu olamamanın yarattığı boşluğu doldurduğuyorsun acıyla, ne yazık ki alışkanlık oluyor. ölüyorsun... ölüyorum...
yine de boşversene, kürkümüz hala değerli!

7 Şubat 2011 Pazartesi

bir varmış, bir yokmuş....

hep çok uzun yürüyüşler yapmayı sevdim, bazen o kadar çok yürürdüm ki başladığım noktaya yürüyerek geri dönmek imkansızlaşırdı. etrafımdaki hiç bir şeye bakmadan toz bulutunun içinden geçercesine hızlı attığım adımlarım beni bilmediğim sokaklarda unuturdu bazen, aklımıysa nerede bıraktığımı bilmezdim. sonra düşünürdüm  ben birde yürürken, hayatın anlamını yakalayacakmışçasına ciddiyetlede çatardım kaşlarımı, iki kaşımın arasında ki kalın çizgi o günlerden hediye. 
hep uçları sevmedim mi zaten? ya kahkahalarla gülerdim ya ciğerim sökülüyormuşçasına ağlardım terazi bir türlü dengeli olamadı. çok acı , çok tatlı, çok tuzlu, çok ekşi çok yalnız. insanlar "o çok acı yerdi, çok şekerli severdi , ooo çok tuz dökerdi" diye hatırlasınlar isterdim. bir şeyler çok olmazsa kalabalıkta kaybolacakmışım da kimse beni hatırlamayacak gibi gelirdi.
havaların soğumasına aldırmadan yine atmak istedim kendimi sokaklara , yüzüme vuran rüzgar belki kulağıma sesini de fısıldardı?! sonra dağınıklığıma verdim, yürüsem ne olurdu ki? düşünmeye nereden başlayacağımı bilemedim. beynimdekiler öyle üst üste binmiş öyle iç içe geçmişti ki ,hem sonra  benim bir türlü beceremediğim "unutmak" bu yüzden faydalıydı ya zaten, hatırladım... sana söylenenleri, yapılanları verilen sözleri, gerçekleşen yalanları unutmadan rafa  kaldırmak  ölmeden cehenneme gitmekle eş... sırtına bir yük daha, bir yük daha, bir yük daha ta ki yüklerden belin bükülüp kendini kaybedinceye kadar...








üflesem zamana, uçuşsa dört bir yana...

4 Şubat 2011 Cuma

never let me go!

son zamanlarda izlediğim en iç burkan filmlerden birini anlatmak istiyorum size, eğer izlemediyseniz ama izlemeyi düşünüyorsanız hem bu sayfayı kapatın ve devamını okumayın.çünkü yazım bol miktarda spoiler içerecek.  film imdb'ye göre vizyona 4 martta girecek.... duygusallığınız tavan yapmış, canınız sıkkın, hayattan soğumuşsanız da bu filmi kesinlikle izlemeyin, etrafınızda ki gri bulutların rengi siyaha dönebilir... 
içinizde mutlaka Michael Bay 'in yönetmenliğini yaptığı 2005 yapımı "ada" (the island) filmini izleyenler vardır. Beni Asla Bırakma'yı  (Never let me go)  izlemeye başladığımda evet dedim bir taklit film daha. Konusu ada'ya oldukça yakın evet, ama başka bir tat, başka bir doku, başka bir ışık var filmde içinizi karartan. hani mutlu sonla bitmesine alıştığımız filmlerin aslında öyle bitmemesi gerektiğine inanır hep bizi şaşırtmasını isteriz ya, hani mutlu eder bu bizi... bu filmin aksine bir son seçmiş olması bu sefer ne şaşırtacak ne de sevindirecek sizi... yaşadığınız duygu yoğunluğunun sonucunda eğer benim gibi sizde aklı selim biri değilseniz ağlayacaksınız.
Kazuo Ishiguro'nun aynı isimli romanından  Mark Romanek yönetmenliğinde çekilen filmin konusuna da kendi bakış açımla değinmek istiyorum, spoiler uyarımı tekrarlıyorum.
Ruth (Carrey Mulligan), Kathy (Keira Knightly) ve Tommy (Andrew Garfield) başta herhangi bir yatılı okulda okuduklarını sandığım üç karakter... her zaman olduğu gibi biri asıl çocuğu kapar ve diğer kız yalnız kalır... kıskançlık bir kadına verilen en büyük lanettir, ama Ruth karakterinin yalnız kalma korkusu da işin içine girince kızamıyor, yalnızca acıyorsunuz.
Çocuklar, aslında yaşadıkları hayat onların olmayan, kendilerinin var olduğu bile şüpheli olan, kimsenin ruhları bile olup olmadığından emin olamadığı çocuklar... Ve üç yakın arkadaş sadece kendilerine öğretilenleri bilen geleceğe dair plan yapmanın ne demek olduğuysa hiç öğretilmeyen, üç yalnız insan. zaten varoluşlarının tek amacı da gerçek insanlar hastalandığında, yorulduğunda, kanadığında onlara organ nakli yapılmasına olanak sağlamak olan yaşayan ölüler... yüreği bu duruma dayanamayan bir öğretmenin kulaklarına fısıldadıkları şeyle bile kendilerine gelemeyen çocuklar.
Biraz saf olmasının yanında çocukça gerçek sevgiyle Ruth'u seven Tommy , Kathy'nin yalnızlık korkusunun tetiklediği yanlış yönlendirmeleri,sonucu kathy ile sevgili olur... büyüdükçe kendilerini, tenlerini ve aşkı keşfederler, Ruth hep yalnızdır... Gençliklerinin bir bölümünüde birlikte geçirdikten sonra, Ruth bakıcı olmak için gruptan ayrılır... Aradan geçen uzun yılların sonunda Kathy'nin donör Ruth'un bakıcı olarak bulunduğu hastanede karşılaşırlar... Kathy bir ameliyatı daha kaldıramayacak kadar zayıf düşmüştür. Tommy'i de bulmaya karar verir birlikte vakit geçirdikleri sahile giderler.
Kathy vicdanını rahatlatmak için onları nasıl ayırdığını anlatır. Tommy 2. ameliyatına rağmen hala sağlıklıdır, Ruth ise henüz donör olarak çağırılmamıştır. Kathy bir şehir efsanesini kulaklarına fısıldar, eğer gerçekten aşık olduklarını ispatlayabilirlerse belki de tüm bu ameliyatlardan kurtulup kendi hayatlarını kurabileceklerdir.
Başta da söylediğim gibi malesef şehir efsanesi, sadece bir şehir efsanesidir.
Görüntüler, detaylar, müzikler tamamiyle harika bir filmdi. Her filmi anlamaya çalışmıyorum, bazılarını sadece seviyorum... yoksa sorardım o ameliyatları neden bu kadar acemice yaptıklarını, bileklerindeki cihazı bu çocukların nasıl çıkaramadığını ha çıkmıyorsa ciğerimi vereceğime kolumu keser atardım ölmemek için orası ayrı ve son sorumda şu olurdu, madem bu kadar tıbben geliştiniz insan üreteceğinize niye organ üretmiyorsunuz salaklar!?... neyse ne üzüldüğümden diyorum tabi siz kulak asmayın...ve son olarakta filmin imdb puanı 7.2 benim puanımsa 9.0...
iyi seyirler

3 Şubat 2011 Perşembe

thierry mugler womanity

size güzel bir şeyler anlatmak istiyorum ama, birinin yorumda yazdığı gibi kalbim de sayfam kadar karanlık...
sonra aklıma geldi kendimle ilgili olmayan bir şeyi parlak harflerle yazabilirim ama değil mi? blogun adıda saçmalardan seçmeler olduğuna göre sürekli içimi dökmek zorunda değilim.
Thierry Mugler.... ya çok seveceğiniz ya da nefret edeceğiniz şeyler üretmiş insan, 21 Aralık 1945 Strasbourg doğumludur , aslende Fransızdır. Modacı diyorum çünkü her ne kadar kıyafet/ayakabı tasarımı yapmayı bırakmışta olsa koku bir insanın üzerine geçirebileceği en baştan çıkarıcı kıyafettir! Küçüklüğünde de çizim yapmayı seven Thierry Mugler 9 yaşında klasik dans eğitimi almaya başlamıştır. 14 yaşında disipliniyle anılan Rhin Opera bale topluluğuna katılmıştır.  Paris opera balesine katılma isteği de kulağıma gelenlerden, balet olması aklınıza gay olduğunu getiriyorsa sanırım bu konuda da haklısınız (not olarak düşmem gerekirse birlikte çalıştığım, tanıdığım tüm tasarımcılar gaydi...yalnızca bir istisna vardı ilginçtir ki.) tabi bu arada aldığı iç mimarlık derslerini de unutmamak gerek sanıyorum tasarımlarında ki geometrik şekilleri ve keskin hatları sık kullanma eğilimi bu dönemlerden kalma.1967 yılında profesyonel fotografçılığada burnunu sokmuştur. 1969 yılında henüz 24 yaşındayken  dünyayı gezmeye ve Paris'te yaşamaya karar vermiştir. Gudule isimli bir çok modacının da başlangıç noktası olan bir butikte tasarımcı yamağı olarak çalışmış tamamı el yapımı olan tasarımlarını sergilemeye başlamıştır burada. 26 yaşına geldiğinde (ki şu an aynı yaştayız :( bir de benim olduğum yere bak sevgili okur) serbest çalışan bir tasarımcıdır artık.
“Café de Paris” isimli ilk kişisel koleksiyonunu da 1973 yılında sevenleriyle buluşturmuş "feminen" tasarımlarıyla da hatırı sayılır bir ilgi toplamıştır üzerine. Zamanın hatırı sayılır moda eleştirmeni Melka Tréanton'ın da desteğini almıştır.
1978 yılında Paris'te kendi butiğini açmıştır, erkekler için de tasarım  yapmaya başlamıştır tabi bu arada. 80'lere geldiğimizde artık  tüm dünyada tanınan bir tasarımcıdır kendisi. İlk haute couture (haute couture için siz diyin yalnızca bir tek dikilen, emsalsiz,kişiye özel ben diyim terzi işi herneyse) koleksiyonunu 1992 yılında paylaşmıştır sevenleriyle...
Bugünse Thierry Mugler adını tasarımcı, fotoğrafçı, yönetmen, sanat danışmanı gibi bir çok sıfatla beraber kullanmak mümkün. 
2007 yılında Thierry Mugler markasının başına Joel Palix 'in geçtiği gerçeğinin yanına Eylül 2010'da Nicola Formichett'in yaratıcı ekibin başı olarak duyurulmasını da eklemek isterim.
Tüm bu kötü olayların ise (artık kıyafet tasarlamıyor oluşundan bahsediyorum tabi ki) 1992 yılında Thierry Mugler'in Clarins ile birlikte çalışmaya başlaması sonucu ortaya çıktığı varsayılıyor, kazanımımız ise harika bir parfüm olan "Angel" oldu o yıl... hala çok fazla  hayranı var bu kült parfümün nefret edenide olmasa olmaz, değil mi?

Tabi ardından 1996 yılında A*Men, 2005 yılında Alien (kokusu kadar şişe tasarımı da harikadır) ve son olarak 2010 yılında Womanity... Tüm bu yazıyı yazma sebebimde  zaten geçen aylarda tanıştığım Womanity dir başımı döndürdü, tabiri caizse beni benden aldı... Parfümlerde çok nadir rastladığımız o tatlı incir kokusunun altına taptaze insanı yenileyen canlandıran mutluluk veren havyar kokusunun gizlenmesi nasıl bir zevk işidir çözemiyorum... çözemedikçe deliriyorum herkes bu parfümü alsın herkes womanity koksun istiyorum...
indirim yakalasamda evde 3-5 şişe stoklasam istiyorum :) Dougles'ta ve Sevil parfümeride satılıyor sanıyorum. bir hafta bekleyebilenler için ise strawberrynet.com fiyat konusunda fark atıyor.



1 Şubat 2011 Salı

böyle harika görünüyorsun

149 gün kaldı geri gelmene, gitmenden korktuğum kadar korkuyorum dönmenden!
mutfak masasının üzerinde yarısı içilmiş bir bardak su unutuyorum, sabah kalktığımda aynı yerde buluyorum... işte içimi kıyan gerçek hüzün bu... alarm sesine uyanmak var bir de... beni saran kimse olmadan, birden bire gözlerimi açıp çıkmak yataktan...geç kalacaksın hadi uyan, uyan ama gitme diyen yokken buz gibi yatağa geçmiyor nazım...
üşüyorum sonra, hem bilirsin benim ayaklarım üşür en çok, artık üşümüyor! yani yine üşüyor da en çok hangi yanım üşüyor onu bulamıyorum elim mi, tenim mi, canım mı?
kitapta okumuyorum sen gittiğinden beri roller veremiyorum ikimize ya içim acırsa bizi görünce diye, uyuyorum.
hep uyuyorum ama uzun zamandır rüyalarıma da gelmiyorsun...
gelseydin yine öncekiler gibi " hiç bozma hareket etme nefes bile alma" derdim rüyamda sana "böyle harika görünüyorsun".